"Çığ Rusya'ya düşüyor! Cücenoğlu'nun oyunları Rusya'yı sarsıyor!!"
Coşkun Büktel
Ekim 2006
Tuncer Cücenoğlu, “Çığ” (Mitos-Boyut Yayınları, 1. Basım, Mayıs/2002) adlı oyununda, çığ tehdidi nedeniyle insanların öksürmeye bile korktuğu, fısıldayarak konuştuğu bir köyü anlatıyor. Bu köy, yılın dokuz ayı karlarla kaplıdır. Bu köyde köpek ve horoz gibi gürültücü hayvanlar bulunmamaktadır. Bu köyde insanlar, yalnızca karların erimiş olduğu üç aylık dönemde, yani yılın yalnızca dörtte birinde, düğün dernek yapmakta, davul çalıp silah patlatmakta ve doğurmaktadır. Bu köyde insanlar yalnızca o üç aylık dönemde doğum yapabileceklerinden, yalnızca o üç aylık dönemin dokuz ay on beş gün öncesindeki üç ayda cinsel ilişkiye girmektedir. Yılın dörtte üçünde ise, erkeklerle kadınların birbirine yaklaşması bile yasaktır.
ADAM: (Kararlı) Emin olmak zorundayız… Yoksa gününden önce mi ilişkiye girdiniz?
GENÇ ERKEK: Böyle bir sorumsuzluğu nasıl beklersin benden baba?
ADAM: Öyleyse neden ebenin gelmesine engel olmaya çalışıyorsun?
(“Çığ”, s. 40)
GENÇ ERKEK: Hesabı büyüklerimiz yaptı. Şu gün olacak dediler... Ve o gün gerçekleşti zifaf... O geceye kadar karımı ancak uzaktan gösterdiler bana... Hiç bir zaman yan yana bile gelemedik...
ADAM: Sayın Başkanım izin verirseniz söz almak istiyorum..
BAŞKAN: Fazla uzatmadan söyleyin…
ADAM: Oğlum doğru söylüyor… Onların gününden önce bir araya gelmelerini hep engelledik...
KADIN: El ele dokunmalarına bile izin vermedik…
(“Çığ”, s. 52)
İnsanların çığ tehdidi yüzünden yalnızca üç ay seviştiği ve dokuz ay boyunca cinsel perhiz yaptığı bu köyde, perhizi bozup da zamansız doğum yapacağı anlaşılan kadınların cezası, bir tabuta konulup diri diri mezara gömülmektir. (Bu uydurma ve deli saçması uygulamanın, oyunu aşağılamak için benim tarafımdan uydurulduğu, ya da yanlış aktarıldığı, yanlış yorumlandığı veya çarpıtıldığı sanılmasın diye; zamansız doğuranlara ne yapıldığını —oyun kişilerinden birine “Kurallar belli” dedirtmiş olan— Cücenoğlu'nun satırlarıyla aktaracağım.
“Cımbızcılıkla” suçlanmamak için uzun bir alıntı yapacak ve içinden tek bir kelime çıkarmayacak, içerik'e ilişkin semantik eleştiriyi daha aşağıdaki bölümlerde yapmak üzere, alıntının yalnızca ifade bozukluklarına ve bazı mantık hatalarına (koyu harflerle) müdahale edeceğim. Karısı hamile olan GENÇ ERKEK, ninesi olan YAŞLI KADIN'dan, elli yıl önceki bir olayı —seyirciyle birlikte— öğreniyor. YAŞLI KADIN, karların henüz erimediği erken bir vakitte doğum yapacağı anlaşılan bir kadına elli yıl önce ne yapıldığını şöyle anlatıyor:
YAŞLI KADIN: (Keyfini çıkartarak) O zamanlar karın gibi gençtim. Dört genç kızdık evlenen. Görkemli bir düğünle evlenmiştik tümümüz de… Ama zifaf için en az dört ay beklememiz gerekiyordu… Tümümüze de anlattılar bunu yaşlılar… Üçümüz eşlerimizden uzak durmayı başardık… Ama o ikisi yanlış yaptı... (Üçü eşlerinden uzak durdu ve ikisi yanlış yaptıysa beş kız olmaları gerekmiyor mu? Oysa Yaşlı Kadın, “dört genç kızdık” demişti. Tuncer Cücenoğlu, “ikisi yanlış yaptı” derken, Yaşlı Kadın’a aslında şöyle dedirtmek istiyor: “Ama birimiz kocasıyla birlikte yanlış yaptı.” CB.) Her gece buluşmaya başladılar… Sonra? Tehlikenin geçmesine üç ay kala doğum sancısı başladı… Ve sonra da olanlar oldu.
GENÇ ERKEK: Ne oldu?
YAŞLI KADIN: Kurallar belli. Hemen ebe çağırıldı… Doğruydu her şey. (Her şey doğru değildi. "O ikisinin yanlış yaptığı" doğruydu. CB) Yargıcılar toplandı ve beklenen karar çıktı. Arkadaşımız tabuta konulup daha önce açılan mezarlardan birine gömüldü…
GENÇ ERKEK: Kocası ne yaptı?
YAŞLI KADIN: Çok göz yaşı döktü… Engellemek için yalvardı yakardı… Hatta kendisini de gömmelerini istedi Yargıcılar Kurulu’ndan… Ama yapacak bir şey olmadığını söylediler ona… (Peki o, yapılabilecek şeyleri niye sıralamadı?) Ve karısıyla birlikte gömülmek isteğini de geri çevirdiler…
GENÇ ERKEK: Sonra?
YAŞLI KADIN: Tehlike geçip de (Yani karlar eriyip de) tabut açıldığında, aradan üç aylık bir süre geçmişti… Ve arkadaşımız için yapacak hiçbir şey kalmamıştı. (Yani yapacak bir şey kalmış mı diye bakmak için, üç ay sonra, mezarı kazıp, tabutu açıp, gömdükleri kadını kurtarmaya çalışmışlar.)
GENÇ ERKEK: Ama bu insanlık dışı bir uygulama.
YAŞLI KADIN: Diğerlerinin yaşaması için bu gerekliydi… (Bu, gereksizdi. Elli yıl boyunca, köyde yaşamış tüm insanlar içinde, bu kuralın salt acımasızca değil, gereksiz ve aptalca olduğunu bir tek kişinin görememiş ve kimsenin onlara söylememiş olması, inandırıcı değildi. Hiçbir yönetmenin, hiçbir oyuncunun, hiçbir eleştirmenin, hiçbir akademisyenin oyun metnindeki bu mantıksızlığı görememiş olmasını ise, nasıl açıklayacağımı bilemiyorum.) Dağların üstümüze geleceğini bile bile diğer yaşamlar tehlikeye atılamazdı ki… Başka ne yapılabilirdi?
GENÇ ERKEK: Ne bileyim? (Yedi yaşında bir çocuk dahi bilebilir.) Belki doğum sırasında kadının ağzı bağlanabilirdi. Böylece de kadının bağırması engellenebilirdi… (Ne kadar salakça bir düşünce.)
YAŞLI KADIN: Biliyorsun bu türlü şeyleri düşünmemiz kesinlikle yasaktır. ("Haksız" denemeyecek bir yasak. Doğuran kadının ağzını bağlamak türünden düşünceler, insana yasakları sevdirecek kadar ahmakça. Ama Genç Erkek makul seçenekleri niye düşünemiyor? Yasak olduğu için mi? Genç Erkek'in makul seçenekleri düşünebilmesini Tuncer Cücenoğlu'ndan başkası yasaklayabilir mi?) Geçmişte de öyleydi, şimdi de… Ama biz kadınlar, kimseye duyurmadan, aramızda bunu da denedik. Ama ne zaman? Tehlike geçip de (Yani karlar eriyip de) arka arkaya doğumlarımızı yaparken, sanki tehlike sürüyormuş gibi sessiz kaldık hepimiz… İnanılmaz çığlıklardı… (Bir sonraki cümlede "inanılmaz çığlıklardan" söz ettiğine göre, bir önceki cümlede, “Sessiz kaldık hepimiz” diyemez. Ancak şöyle diyebilir: “Doğum sonuna kadar sessiz kalmayı denedik hepimiz. Ama başaramadık. Acıya dayanamayıp çığlığı bastık.”) doğum sancıları Tepelerden öyle bir yankılanıyordu ki… Sanki çığı çağırıyordu üstümüze… Bir bebeğin çığlığı bile hepimizin ölümünü hazırlayabilirdi… Unutma ki en acımasız kurallar bile sonuçta insanın mutluluğu içindir… (Kurallar acımasız olabilir, ama aptalca olmamalıdır. Oyunda söz konusu olan kural —hamile kadının tabuta konup gömülmesi— ne kadar acımasız olursa olsun, Genç Erkek'in o kurala asıl karşı çıkma nedeni, kuralın acımasızlığı değil, gereksizliği olmalıydı. Genç Erkek, kuralı aptalca bulmalıydı.)
GENÇ ERKEK: Ne biçim mutluluk bu?... Başkasının gömülmesinin insanları mutlu etmesi nasıl bir vicdanla açıklanabilir? (Kuralın yalnızca acımasızlığını görüp ne kadar gereksiz ve aptalca olduğunu göremiyor. Yalnızca o değil, köydeki hiç kimse göremiyor. Çünkü Cücenoğlu da göremiyor.)
YAŞLI KADIN: Kim soktu bütün bunları beynine? (Beyninde fazla bir şey yok ki...) Kafanı takma böyle şeylere… Oldu ve bitti. Bir bela, bin öğütten iyidir derler… Belki de o ölüm, elli yıldır bir daha öyle bir olayı yaşatmadı bize… ("O ölüm... bize yaşatmadı" yerine, "o ölüm sayesinde... yaşamadık" denmeliydi.)
("Çığ", sayfa 22-23.)
Ama 50 yıl sonra aynı durum bir kez daha yaşanır. Yukarıda aktardığımız sahnede ninesinden 50 yıl önceki erken doğum olayını dinleyen Genç Erkek’in hamile karısı, oyunun başında hafiften sancılanmaya başlamıştır. Yukarıda aktardığımız GENÇ ERKEK / YAŞLI KADIN diyaloğundan kısa süre sonra, tıpkı diyalogda anlatılan 50 yıl önceki olayda olduğu gibi, henüz karlar tamamen eriyip çığ tehdidi sona ermeden, Genç Erkek’in hamile karısının sancıları yeniden başlar.
Karların erimesine ve çığ tehdidinin sona ermesine çok kısa bir süre kalmıştır ama Genç Kadın'ın sancıları şiddetlenmektedir. Bu durumda zorunlu olarak Ebe'yi çağırırlar. Ebe, gelip Genç Kadın’ı muayene eder ve doğum vaktinin geldiğini anlar. Çığ tehlikesi, ancak, eriyen kar suları dışarıdaki yalakta belirli bir seviyeye yükseldiğinde geçmiş olacaktır. Ebe, yalaktaki suyun daha yeterince yükselmediğini bilmektedir. Bu durumda Genç Kadın’ın doğurması tüm köy halkı için ölümcül bir çığ tehlikesi yaratacaktır. Ebe, zorunlu olarak yargıcılara gidip tehlikeyi haber verir. Yargıcılar iki kolcuyla birlikte eve gelirler ve bu erken doğum olayını soruştururlar. Hikayenin mantığını(?!) Cücenoğlu’nun kendi kaleminden anlatmış olmak için bu soruşturmadan da uzunca bir alıntı yapalım. Zihinlerde şüphe yaratmamak için, okuma zorluğu yaratan gereksiz ifadeleri ve tekrarları bile metinden çıkarmıyorum:
BAŞKAN: Buraya gelmezden önce su yalağına uğradık... Biliyorsunuz yalak, eriyen karla tam olarak dolduğunda tehlike biter. (Yalağın tam olarak ne zaman dolacağı önceden bilinemediğine göre, aslında dokuz ay on beş gün önceden kesin bir hesap yapmak da imkânsızdır. Yani Genç Erkek'in yukarıda aktardığımız şu sözleri, tamamen mantık dışıdır: "Hesabı büyüklerimiz yaptı. Şu gün olacak dediler... Ve o gün gerçekleşti zifaf..." Yalağın tam olarak ne zaman dolacağı önceden bilinemeyeceği için, insanlar her ihtimale karşı cinsel perhiz süresini geniş tutmak, bir başka deyişle, sevişebilecekleri üç aylık dönemi de daraltmak zorundadır. Bu da, o köydeki herkesin aynı günlerde doğduğu, aynı burçtan olduğu anlamına gelir. Ama Cücenoğlu da, onun uydurduğu köylüler de, bütün bu garabetlerin farkında değil.) Ancak üzülerek gördük ki yalağın dolması için iki parmak kalınlığında bir boşluk kalmış. (Eliyle de gösterir) Yani bu demektir ki bugün, en geç yarın o boşluk da dolacak ve tehlike bitecek... İşte o zaman, kış başlangıcında gidenler, çoluk çocuklarıyla, un, şeker ve tuzlarıyla, sebze, et ve her türlü yiyecekleriyle gelecekler ve yaklaşık üç ay boyunca, yani ilk kar düşene kadar bizimle olacaklar... (Yani dokuz ay boyunca dışa bağımlı ve cinsel perhizli yaşayıp, yasak olduğu için kurtulmayı düşünmüyorlar.) Düğünler, doğumlar, eğlenceler, şenlikler yaşayacağız... (Yaşayamayacaksınız. O şenlikler cinsel perhiz dönemine denk geliyor. Cinselliği yaşayamayan insanlar şenlik yaşayabilir mi?) İlk kar düştüğünde ise doğumu gerçekleştiren eşler ve diğerleri burayı terk edip gidecekler... Ta ki gelecek yaza kadar, burada kalanların öbür kışı rahatça geçirebilmeleri için çalışıp biriktirecekler gene... Sonra yeniden gelecekler... Yeniden gidecekler... (O hayattan bir kez kurtulanlar bir daha geri döner mi? Geri dönmek yerine geridekileri de götürmez mi?) İşte bizler bu döngü içinde beklemekteyken, biraz önce Ebe hanım bize geldi ve beklenmedik durumu anlattı.
(ERKEK ÜYE öksürme belirtileri gösterir... KADIN, alışkanlıkla bir yastık uzatır Üye'ye... ERKEK ÜYE yastığı yüzüne bastırarak öksürür sessizce... Boğazındaki gıcığı da temizler... Yastığı yeniden uzatır KADIN'a...)
(Oyunun çevirmeni Elena Oganova'nın yazısından öğrendiğimize göre, bu öksürük bölümü, oyunu Rusya'da sahneleyen yönetmen tarafından daha bile abuk bir hale getirilmiş: "Rejisör oyunun devinimi iki yeni dramatik sahne koymakla güçlendiriyor. Bunlar genç kadının intihar etme teşebbüsü ve köydekilerin topluluğun bir üyesini istemeden de olsa durdurulamayan öksürükten dolayı öldürmeleridir." —Bakınız: Elena Oganova, "Çığ" Kurgan'a da Düştü!— Demek ki, Rusya'da bile, Cücenoğlu'ndan bile, daha abuk düşünen yönetmenler çıkabiliyor.)
BAŞKAN: Üzülerek açıklamak zorundayım ki, yaklaşık elli yıldır olmayan bir durumla karşılaştık. Gününden önce doğum gerçeği. Diğer üyeler gibi ben de çok üzgünüm... Ama yapacak bir şey yok... Kuralları uygulayacağız! (Elli yıldır uygulanmayan bir kuralın kural kalması mümkün mü?) Çünkü bu, diğer insanların can güvenliğini ilgilendiren bir durumdur... Şimdi daha fazla zaman yitirmeden işin gereğini yapalım...
Genç Erkek, büyüklerin saptadığı zifaf gecesine kadar karısını ancak uzaktan görebildiğini ve onunla hiçbir zaman yan yana bile gelemediğini söyleyerek Başkan'a itiraz eder ve ifadesi babası tarafından yukarıda aktardığımız biçimde doğrulandıktan sonra, bunun bir "erken doğum" olduğunu, yani karısı ile kendisinde suç bulunmadığını belirtir. Başkan'ın cevabı, Cücenoğlu'nun bir oyun yazarı olarak ne denli inandırıcı olabildiğinin göstergesidir:
GENÇ ERKEK: Yani suçlu değiliz biz.
(Susma)
BAŞKAN: Öyle ya da böyle ne fark eder? Biz burada doğum erken miydi geç miydi, bunu tartışmıyoruz. Biz sonuca bakarız... Şu anda, yani tehlike geçmemişken karın doğum yapacak duruma gelmiş... Bizi ilgilendiren budur... Ancak kurallara aykırı olarak, zamanından önce bir birleşme söz konusuysa kuşkusuz bu da ilgilendirir bizi... Ama sonucu gene etkilemez. Şimdi burada yapılacak işlem bellidir.... (Sessizce diğer üyelerin de onayını alır) Bu genç kadın zaman yitirilmeden tabuta konulacak, sonra da gömülecek toprağa! Bu karara bizim de üzüldüğümüzü bilmeniz tesellimiz olacaktır.
GENÇ ERKEK: Başkanım...
BAŞKAN: Artık tartışılacak bir şey kalmadı... Çünkü bu genç kadın her an doğum yapabilir... Böyle bir sonucun da neler getireceğini yeniden anımsatmama bilmem gerek var mı? Bakın eğer ebenin doğumla ilgili bir itirazı varsa, kuşkusuz infaz beklemeye alınarak, durum tartışılabilir... (Yani yöneticiler tartışmaya açıklar. İlle kadını gömmek gibi bir amaçları yok. Gömmekten daha makul bir çare düşünecek zekâda imal edilmedikleri için, gömmeyi tek çare zannediyor ve köylülerin can güvenliği konusunda, zekâlarının yettiği kadarınca sorumlu davranıyorlar.) (EBE'ye) Çünkü bu durumda itiraz hakkı olan tek kişi sizsiniz... Herhangi bir karşı görüşünüz var mı?
EBE: Hayır başkanım...
BAŞKAN: Kurallar zaman yitirilmeden uygulansın!
Genç Erkek, bir süre daha, Başkan'la yaptığı "nafile" tartışmayı sürdürdükten sonra, duvardaki tüfeği kapıp silah zoruyla, kararın infazını engeller. Yani karısını gömdürmemek için bütün köyün hayatıyla kumar oynamaya karar verir. Hemen sonra da karısının doğumu başlar.
KADIN ÜYE: (Korkarak) Ama... bebeğin ağzını kapalı tutmak gerekir hep... Çünkü arka arkaya atacak çığlıkları...
BAŞKAN: Yalak dolana kadar tutmaları gerekir bebeğin ağzını...
(Gelin'in inlemeleri artmıştır. İnlemeler boğuk ve derinden duyulmaktadır. Gelinin inlemeleri birden durur. EBE ağzını tutarak bebeği kaldırır eliyle. Bebek, EBE'nin elinden leğene kayar... İnanılmaz bir çığlıktır bebekten duyulan... Kulakları sağır eden bu kahkaha gibi çığlıklar arka arkaya sürerken EBE yeniden yakalar bebeği...
Tam bir sessizlik...
Çığlıkların yankısı duyulur...
Gene sessizlik...
Herkes korkuyla çığın gümbürtüsünü beklemekte... Bir yandan da dua etmektedir bazıları... Çığ düşeceğine dair hiçbir belirti yoktur.
BAŞKAN: düşmedi.
KADIN ÜYE: Düşmeyecek galiba.
ERKEK ÜYE: İnşallah!
GENÇ ERKEK: Susun!
(Bir süre daha susma.)
YAŞLI ADAM: (Karısının engellemesine rağmen elinden kurtulur. GENÇ ERKEK'in elindeki tüfeği alıp kapıyı açar. Müthiş bir nara patlatır.) Heeeeeeeeyt!
(Bir süre sonra naranın yankısı duyulur.
Bu kez tüfeği de ateşler.
Yankısı duyulur.
Endişeli bekleyiş yerini sevinç gösterilerine bırakır...
(Evet, kumar kazanılmıştır ama kumarın kazanılmış olması, tüm bir köyün hayatıyla kumar oynamak gibi bir sorumsuzluğun olumlanmasına ve sevinçle kutsanmasına yetebilir mi? Üstelik, Rusya'daki prodüksiyonda, sırf öksürdüğü için öldürülmüş bir adamın cesedi henüz daha gömülmemişken, ortada dururken, yapılıyor bu sevinç gösterileri. Cücenoğlu'na "Türkiye'nin Çehov"u diyen Ruslar'ın, hangi Ruslar olduğu anlaşılıyor. Herhalde, sırf oyunda duvara asılı bir tüfek var diye ve sonunda bu tüfek patlıyor diye, Cücenoğlu'nu Çehov'a benzetiyorlar. Demek ki bu zekâlar yalnızca Türk tiyatrosunda değil, dünyanın her yerinde var.
GÜNCELLEME: Öğrendiğimiz kadarıyla Cücenoğlu'na yalnızca bir tek Rus ―aslında Litvanyalı― "Türk Çehov" demiş: "Çığ"ı bir çok ülkede yönetmiş olan, yani tam bir "Çığsever" olan, Linas Zaikauskas. Bakınız: Tuncer Cücenoğlu: "Rusya İzlenimleri".)
Dışarıdan duyulan silah seslerine davul zurna sesleri eşlik etmeye başlarken...)
PERDE
Tuncer Cücenoğlu, davul zurna sesleriyle biten "Çığ" adlı kitabının 15. sayfasında, "Zaman: Günümüz. Yer: Herhangi bir ülke." kaydını koymuş. Şimdi, ifade yetersizliklerini ve ayrıntılardaki mantık hatalarını bir yana bırakarak, Cücenoğlu'nun, günümüzde aşırı kar yağışı alan ve "zurna" çalınan herhangi bir ülkede yaşanabileceğini iddia ettiği genel dramatik durumun ne kadar inandırıcı olduğunu düşünelim.
Bence, anlatılan durumun inandırıcılıktan ne denli yoksun, ne denli abuk sabuk olduğunu görebilmek için, krala önyargısız bakan masaldaki çocuğun zekasına sahip olmak yeterli. Ama ben yine de, görebilenlerden özür dileyerek, körlere fili tarif eder gibi, "Çığ"da anlatılan dramatik hikayenin neden tutarsız, mantıksız, abuk sabuk olduğunu açıklamak zorundaydım. Çünkü bırakın sıradan okurları ve seyircileri, Türk tiyatrosunun doçent doktorları bile, "Çığ"da anlatılan "şeylerin" garabetini göremiyorlar. (Ya da dahil oldukları kültür mafyasına bağlılıkları gereğince, tutarsızlığı çocuk zekasıyla bile görülebilecek bu garabeti, bile bile, kasten, halkı ahmak yerine koyarak, lanse ediyor ve destekliyorlar.)
Doç. Dr. Hülya Nutku, "Çığ"ın kitabına önsöz yazmayı kabul edecek kadar önemsiyor "Çığ"ı:
Yazar oyunda toplumsal suskunluğun yarattığı acıyı, sustukça sıranın herkese geleceği gerçeğini baskıcı bir ortamda vermiştir. (...) Özel yaşamın dahi denetim altında oluşu (cinsel hayatın bile) törelerin, yörenin yaşam tarzının getirdiği yoğun baskı, insanoğlunun biriken enerjisinin boşalamayıp ruh sağlığının etkilenmesine neden olmaktadır. Yazar bu nedenle oyununun belli bir yerde ya da ülkede geçmesi yerine, baskının olduğu herhangi bir yeri ele alarak evrenselliği yakalama çabasındadır.
(Doç. Dr. Hülya Nutku, Kitabın, "Sessiz Bir Çığlık: Çığ" başlıklı önsözünden. Güncelleme: Özdemir Nutku'nun kişisel sitesinden öğrendiğime göre, Hülya Nutku, "Çığ"a önsöz yazdıktan bir yıl sonra, 2003 yılında, profesör olmuş. Bakınız: "Eşim ve Meslektaşım Hülya Nutku")
Hülya Nutku'nun ilişkilendirme çabasına rağmen, "Çığ"da anlatılan durumun baskıcı yönetimlere karşı çıkmak için haykırılan "Susma, sustukça sıra sana gelecek" sloganıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü baskı'nın ikiz kardeşi sömürüdür. Yönetimler baskıyı (bireysel manyaklar ya da seri katiller gibi) kötülük ya da heyecan olsun diye değil, halkları sömürmek mümkün olsun diye uygular. Baskı, bir sömürü aracı olduğu için ona karşı haykırılması (yani susulmaması) gerekmektedir. Oysa çığ, en azından Cücenoğlu'nun oyunundaki çığ, bir sömürü aracı değildir. Köyün yöneticilerinin "Çığ"dan herhangi bir menfaat sağladıklarına dair oyunda bir tek ima bile mevcut değildir. (Mevcut olmadığını ben gösteremem. Çünkü mevcut olmayan şey gösterilemez. Eğer mevcutsa, biri çıkıp —benim mevcut abuklukları gösterdiğim yöntemle, yani metinden yapılmış somut alıntılarla— göstersin, yayınlayalım.) Oyunda, yöneticilerin çığı baskı aracı olarak kullanmaktan bir çıkarları bulunduğunu görsek, çığın aslında var olmadığı ve yöneticiler tarafından halka baskı uygulamak için uydurulduğu ihtimalini de gözden geçirirdik. Ama oyunda yok öyle dolantılar. Oyun öyle kurulmamış. Oyun gayet basit ve yüzeysel. Bir tek zekice replik bile yok. (Var diyen, göstersin yayınlayalım.)
Tekrar ediyorum: Köyün yöneticilerinin "Çığ"dan herhangi bir menfaat sağladıklarına dair oyunda bir tek ima bile mevcut değildir. Tam tersine, yöneticiler de köydeki herkes gibi, çığın tehdidi altındadır. Çığ, köyün yönetilenleri kadar yönetenlerini de tehdit eden, yani sınıf ayrımı gözetmeyen, "doğal" bir tehlikedir. Oyuna "Yalnızca Bir Doğa Olayı mıdır Çığ?" başlıklı kısa bir önsöz yazmış olan Cücenoğlu'na cevap olarak bir kez daha tekrarlayalım: Evet, "Çığ"daki çığ, yalnızca bir doğa olayıdır. O nedenle, insanların baskıcı yönetimlere karşı susmayarak haykırması ne kadar makul ve mantıklı bir eylem ise, baskı ya da sömürü aracı olmayan çığ gibi doğal bir tehlikeye karşı haykırması da o kadar abuk ve dangalakça bir eylemdir. Haykırarak, karşı çıkarak baskıcı yönetimleri durdurma ihtimaliniz vardır, ama çığı haykırarak durduramazsınız. Ağaç dikerek, set çekerek, ya da konuyu bilenlerin önerecekleri başka somut önlemler alarak durdurabilirsiniz. Bütün bunlara rağmen durduramıyorsanız, orada yılın dokuz ayı cinsel perhizle yaşamak yerine, gider evinizi birkaç kilometre öteye kurarsınız. Ama Cücenoğlu'nun abuk sabuk oyununda, bu somut ve makul seçeneklere asla değinilmiyor, bu somut ve makul seçenekler asla tartışılmıyor. (Değiniliyor, tartışılıyor diyen varsa, göstersin, yayınlayalım.)
Peki somut ve makul seçeneklerin tartışılmamasının nedeni kimdir? Baskıcı yönetim mi? Baskıcı yönetimin, çığa karşı somut önlemler alınmamasından, önlem yerine hamile kadının diri diri tabuta konup gömülmesinden herhangi bir çıkarı var mı? Hayır, yok. Eğer varsa, oyunda görülmesi gerekirdi.
Baskı uygulayanlar, baskı altındakilerle aynı koşullarda yaşamazlar. Baskı altındakilerin, fakirlik, cehalet, sefalet ve hayati risklerini paylaşmazlar. Oysa Cücenoğlu'nun oyunundaki "herkes" aynı teknede. Yöneten ve yönetilenler aynı çığın tehdidi altında, ama nedense, çığa karşı, yönetenler sessiz kalmaktan ve hamile kadınları gömmekten; yönetilenler ise bağıramasın diye kadının ağzını bağlamaktan başka önlem düşünemiyorlar. Tabii, aslında somut ve makul önlemleri düşünemeyen, akıl edemeyen onlar değil, Tuncer Cücenoğlu'nun ta kendisi. Oyunun kahramanları; Tuncer Cücenoğlu kendi abuk senaryosu gereğince onları akılsız ve düşüncesiz çöpten adamlar olarak imal etmek zorunda kaldığı için; Cücenoğlu çöpten adamlardan daha inandırıcı, etli, kanlı, yaşayan "karakterler" yaratmak yeteneğine asla sahip olamadığı için; akılsız ve düşüncesizler. Somut ve makul önlemlere "o nedenle" asla değinemezler.
Onlar Cücenoğlu'nun piyonları (çöpten adamları) olarak, ancak Cücenoğlu'nun abuk senaryosu doğrultusunda davranabilir, ancak o abuk repliklerle konuşabilir ve örneğin, hamile kadını kızakla taşıyıp birkaç yüz metre ötede bu işler için hazır bekletilen bir kulübede doğum yaptırmak gibi yedi yaşında bir çocuğun bile düşünebileceği basit seçenekleri asla akıl edemeden; ya hamile kadını tabuta koyup gömmek gibi abuk bir seçenek ya da tüm köyü tehdit eden çığ tehlikesine karşı çığlık koyvermek yani insanların hayatlarıyla kumar oynamayı sorumsuzca tercih etmek gibi daha abuk başka bir seçenek arasında (Doç. Dr. Nurhan Tekerek'in "trajik ikilem" dediği) abuk sabuk ikilemler yaşamak zorunda kalırlar.
Oyundaki çöpten adamlar, çığa karşı önlem olarak, sessiz yaşamaktan ve dokuz ay boyunca cinsel perhiz yapmaktan başka bir seçenek düşünemiyorlar. Cücenoğlu, oyunda "farklı" düşünen bir kişi imal etmeye kalkıştığında ise; bu kişi, çığa karşı bağırarak meydan okumak ve tüm bir köyün hayatıyla kumar oynamak gibi daha da abuk ve sorumsuz bir seçenek ortaya koyuyor ve oyun —makul ve mantıklı seçeneklere asla değinilmeksizin— o en sorumsuz, en abuk seçeneğin, (Doç. Dr. Nurhan Tekerek tarafından "ritüelistik bir sevinç" diye tanımlanan) abuk bir coşku içinde kutsanmasıyla sona eriyor.
Hangi "ritüelistik sevinç", sayın Tekerek? O insanların, haykırmaya ve silah atmaya başladıkları gün yılda bir kez yaşanmıyor mu? Bu durumda onların, o abuk Cücenoğlu senaryosuna ve takvime göre, o şenlik günlerinde, hâlâ cinsel perhizde olmaları gerekmiyor mu? O şenlik gününün dokuz ay on beş gün sonrası, üç ay sonra yeniden başlayacak ve dokuz ay sürecek olan Kış'ın altıncı ayına, yani Kış'ın tam ortasına denk gelmiyor mu? Cücenoğlu'nun abuk senaryosu uyarınca Kış ortasında doğum yapamayacaklarına göre, bu zavallı çöpten insanların cinsel perhizlerini, üç ay sonraya, yani Kış yeniden başlayana kadar sürdürmeleri gerekmiyor mu? Cinsel perhizdeki insanlar "ritüelistik sevinç" yaşayabilir mi? Evet, çöpten insanlar olarak imal edilmişlerse, her türlü tutarsızlığı yapabilir/yaşayabilir. Ama okuduğunu anlayan bir akademisyen, Cücenoğlu'nun çöpten yaratıklarına yaşattığı o sevinci, "ritüelistik sevinç" diye niteleyebilir mi?
O uydurma sevinç, "rirüelistik sevinç" değil, olsa olsa "anakronistik sevinç" diye nitelenebilir/nitelenmelidir. Tabii, aslında, bir akademisyen bu nitelemeyi bile yapmamalıdır. Dram sanatına inanan ve saygı duyan bir akademisyenden, bilimsel bir zorunluluk doğmadıkça, bilimsel mesaisini yeteneksiz yazarların çöpten yaratıklarına adaması, hele onları meşru kılmaya ve lanse etmeye kalkışması yerine, dikkatini bu ülkenin el değmemiş, balta girmemiş dramatik derinliklerine yöneltmesi beklenir. Ama nerde öyle saygın akademisyenler? Bizim akademisyenlerimizin feriştahı bile, Özdemir Nutku bile, otuz kişilik resmi DT toplantısında açıkça yalan söylemeyi dahi göze alabiliyor —Bakınız: Özdemir Nutku skandalı— Eh, Nurhan Tekerek, ne de olsa, bu yalanı bile bile Özdemir Nutku'yu başkan seçmiş olan OYÇED üyelerinden biri. Hatta kurucu üyelerinden biri. Tekerek gibi bir akademisyene, elbette Cücenoğlu gibi yazarları lanse etmek yaraşır. Onlar zekâ, kültür ve ahlak olarak, tencereyle kapak gibi birbirlerine uymakta/yakışmaktadır. Her akademisyen, kendi kalibresine uygun, kendine layık yazarı bulmaktadır.
Cücenoğlu, "Çığ" adlı oyununda, karların erimesine, çığ tehlikesinin geçmesine ramak kalmışken, yani yalaktaki suyun dolmasına bir parmak kalmışken, Genç Kadın'ın erken doğum yapmasını hikaye ediyor. Ama hesapları tamamen yanlış yapıp, oyunu yanlış kuruyor. Genç Kadın ile Ebe arasındaki sahnede şöyle bir diyalog geçmekte:
EBE: Ne zaman girdiniz zifafa?
GENÇ KADIN: Aralık'ın ortasında.
EBE: Daha önce bir şey oldu mu aranızda? Hani öpüşme falan. Belki bir cahillik edip biraz daha ileri gitmişseniz saklamamalısın benden.
GENÇ KADIN: Saklamıyorum ki!
("Çığ", sayfa 44.)
Aralık'ın ortasına dokuz ay on beş gün eklersek, Eylül ayına varıyoruz. Yani karlar çoktan erimiş ve yaz başlamak değil, hatta bitmek üzere. Diyelim ki bebek erken doğuyor. Ne kadar erken doğuyor? Bir ay kadar erken. Yani Ağustosta. Nereden biliyoruz? Cücenoğlu hesabı öyle yaptırmış da, oradan biliyoruz (Yani biz Cücenoğlu'nun yalancısıyız) Yukarıdaki diyalogtan bir saat kadar önce sahnede şöyle bir diyalog yaşanmıştı:
GENÇ KADIN: Tekmeledi. Tekmeliyor.
GENÇ ERKEK: (Elini karısının karnına götürür. Mutlulukla gülümser.) Ne güzel! Sabırsızlanıyor sanki.
GENÇ KADIN: Birkaç gün daha sabretmesi gerek...
GENÇ ERKEK: (Karısının elini tutar.) At bu korkuları beyninden. En az bir ay süren var.
("Çığ", sayfa 19.)
Yani Cücenoğlu'nun hesabına göre, bebek ya aslında zamanında ve Eylül'de doğuyor; ya da bir ay erken olarak, Ağustos'ta doğuyor. Oysa, (olay Merih'te geçmiyorsa) Ağustos da, Eylül de, karların erime ayı değildir. Cücenoğlu, bırakın oyun yazmayı, parmak hesabını bile beceremiyor. Oysa ben on dört yıl kadar önce, rahmetli Mehmet Ulusoy'a karşı yazılmış bir yazımın aşağıya aktardığım şu satırlarında oyun yazarak bir dünya kurmanın "uzay teknolojisi kadar karmaşık ve 'ince' bir teknoloji ve yoğun emek" gerektirdiğini söylerken latife ediyor değildim:
Nâzım Hikmet'in "Sevdalı Bulut"u, ne kadar yayarak, ne kadar "es"li okunsa, en fazla yarım saat sürebilecek küçük bir masal. İlle sahnelenecekse, yapılması gereken şey, masaldaki dramatik durumları geliştirip derinleştirmek, masaldaki prototipleri konuşan ve yaşayan "karakterler" haline getirmek; yani "roller" yazmak; masalı, masal mantığı içinde kalınsa bile, "inandırıcı" kılmak; kısacası, "Sevdalı Bulut"tan bir oyun metni "yaratmak". Ama bu, tabii ki "eğer", mükemmel yapılmaya kalkışılırsa uzay teknolojisi kadar karmaşık ve "ince" bir teknoloji ve yoğun "emek" gerektiriyor.
(Coşkun Büktel, "Türk Tiyatrosundan İnsan Manzaraları", sayfa 58.)
Makul ve mantıklı seçeneklere ve somut çözümlere hiç değinmediği için (bir başka ifadeyle söylersek, kendisinden daha zeki insanlar yaratamadığı için) Tuncer Cücenoğlu'nu suçlayamayız. Ne var ki, tiyatro entelektüellerimiz ve akademisyenlerimiz arasında Cücenoğlu tarafından imal edilmiş çöpten yaratıkların konuşma ve mizansenlerindeki abukluğu fark edecek bir tek (bir tek diyorum, yahu, ilaç için "bir tek") makul insanın çıkmamasını mahkum etmek ve yüzlerce sitede tekrarlanan, Cücenoğlu'nun Oyunları Rusya'yı Sarstı! gibi, Çığ Bütün Dünyaya Düşmeye Devam Ediyor! gibi, Cücenoğlu'nun "Çığ" Adlı Oyunu Dünya Oyunu Olma Yolunda gibi hamasi başlıkların (ki bu minval üzere internette gerçekten yüzlerce haber var) neyi kutsadığını göstermek ve o yüzlerce "Çığ" haberiyle yaratılan dezenformasyona karşı hakikati öne çıkarmak zorundayız.
Evet, Türkiye'nin yurt dışında "Çığ" gibi garabetlerle kötü tanıtılmasına karşı insanlarımızı uyarmak zorundayız. "Çığ" gibi garabetlerin AB fonlarından yararlandırılarak yabancı dillere çevirtilip sahnelenmesine ve ülkemizin yurt dışında bu tür garabetler tarafından temsil edilerek gülünç düşürülmesine önayak olanlardan hesap sormak zorundayız. Özetle, sırf kendilerinden olanlara kucak açmak, kendilerinden olmayanları gizli, sinsi ve ahlaksız yöntemlerle kapalı kapılar ardında arkadan vurmak gibi alışkanlıkların sonucu ve uzantısı olarak, "Çığ" gibi bir garabetin tanıtım ve yüceltme kampanyasına katılmış herkesi kınamalı, onların ülke menfaatlerini hiçe sayan bu tür cemaatçi tasarruflarına karşı caydırıcı bir bilincin yaratılmasına katkıda bulunmalıyız. (Az önce —16 Ekim 2006— Google arama motorunun adres çubuğuna —"Tuncer Cücenoğlu" Çığ— ibaresini yazdım; 965 sonuç geldi. Gelen sonuçların içinde, Tuncer Cücenoğlu'nun abukluklarını kutsamayan bir tek yazı görülmüyordu. Bakalım bu yazıyı, —bu yazıda metnin kendisinden çıkarılmış somut kanıtlara dayanılarak açıklanan hakikatleri— kaç site veya kaç dergi yayınlayacak. Bu arada ilan etmiş olalım: Bu yazı, herhangi bir biçimde tahrif edilmeden, aynen ve kaynak göstererek yayınlanmak koşuluyla, tüm siteler ve dergiler tarafından, izin istemeksizin, serbestçe kullanılabilir. Bakın bakalım, o yüzlerce "Çığ" haberini yayınlayan sitelerden kaç tanesi hakikatle ilgilenecek!)
(GÜNCELLEME: 3 Ekim 2007
Yazının yayınlanması üzerinden bir yıl geçti. "Çığ"ın Rusya'yı sarstığı haberlerini vermiş olan tüm tiyatro sitelerimiz, ne yazık ki, bu yazıda yer alan belgelenmiş gerçekleri okurlarından gizlemeyi tercih ettiler. Hiçbir tiyatro sitesi, bu yazıyı yayınlamadığı gibi, yazıya link dahi vermediler. Yazıdan ancak bu satırlara ulaşabilen şanslı azınlık yararlanabildi.)
"Çığ"a yazdığı önsözde, Doç. Dr. Hülya Nutku, (hiçbir düşmanlık ve sömürü amacı gütmeyen, sınıf farkı gözetmeden köylülerin "tümünü" tehdit eden çığ dediğimiz bu doğal olay sanki sömürme amacıyla baskı uygulayan yönetimlerin simgesi —veya "metaforu"— olabilirmiş gibi) çığa karşı mantıksızca haykırarak tüm bir köyün hayatıyla kumar oynamayı, baskıcı yönetimlere karşı bir eylem gibi takdim etmiş. Derin ve tutarlı düşünme konusunda her zaman kötü sınav vermiş ve zekâdan çatladıkları asla görülmemiş olan tiyatro entelektüel ve akademisyenlerimiz(?) ise, Pieter Brueghel'in tablosundaki o birbirini izleyen körler gibi, Hülya Nutku'dan itibaren birbirini izleyerek; bu oyunu "susma sustukça sıra sana gelecek" bağlamında anlamış ve anlatmışlar. Zaten "Çığ"ı yayınlayan Mitos-Boyut Yayınevi de, kitabın arka kapağındaki tanıtma yazısında, kitabı Hülya Nutku'nun belirlediği "sıra sana gelecek" bağlamında lanse etmeyi tercih etmiş olduğu için, hiçbirinin aklına(?), oyundaki hikayeyi bu bağlama oturtmaya çalışmanın ne denli abuk, tutarsız ve cahilce bir çaba olduğuna dair herhangi bir şüphe düşmemiş. Şimdi, pek azı tarafından okunduğunu sandığım bu sıkıcı kitabın, bir çoğu tarafından okunduğunu sandığım arka kapak yazısını da, tek kelime kısaltmadan aktaralım:
Çığ, bir doğa olayı olan çığın etkisiyle küçük bir köydeki insanların korku içindeki adeta işkenceye dönüşen yaşamlarını anlatıyor. Oyun, çığ nedeniyle yaratılmış baskıcı bir yönetimin, insanlık dışı eylemleri gerçekleştirdiğini gösterirken, genel anlamda toplumsal yaşamın her katmanında suskun kaldıkça sıranın herkese gelebileceğini gergin bir dramatik ortamda sergiliyor.
("Çığ", kitabın imzasız arka kapak yazısı.)
"Çığ" konusunda söz alan herkes, arka kapaktaki o "baskıcı yönetim" ve "sıranın herkese geleceği" lakırdılarına sazan gibi atlamış. (Hiç kimse, oyundaki "sıra" 50 yılda bir geldiğine göre, herkese nasıl gelebilir? diye sormamış.)
Yılda 80 tane yazmakla övündüğü sade suya tirit "tanıtma yazılarını", eleştiri yazısı sanan Üstün Akmen, büyük bir ihtimalle, yine metni okumadan yazdığı "Susma, Sustukça Sıra Sana Gelecek"in Oyunlaştırılmışı: Çığ. başlıklı tanıtma yazısında, "Çığ"ı ve Cücenoğlu'nu şöyle övüyor:
Herkes, bir silah sesinin, bir çığlığın, küçük bir gürültünün topluca yaşamlarının sonu olacağının bilincindedir. Özetin özeti olarak konu bu. Ama Cücenoğlu, dikkatleri birden bambaşka bir yöne, baskıcı yönetimlere çeker. Hem de usta işi bir manevrayla...
(Üstün Akmen, "Susma, Sustukça Sıra Sana Gelecek"in Oyunlaştırılmışı: Çığ. tiyatrom.com)
Bir başka Doçent Doktor, Nurhan Tekerek ise, çeşitli versiyonlarını (DTCF'nin akademik yayını "Tiyatro Araştırmaları Dergisi" dahil) çeşitli sitelerde yayınladığı "Çığ" yazısında, konuya Hülya Nutku'nun gözlükleriyle baktığı için, krala çıplak gözlerle bakan masaldaki çocuğun bile görebileceği abuklukları görememiş. O nedenle, akademik (bilimsel) şüphenin zerresini duymadan, Hülya Nutku'nun "sustukça sıra herkese gelecek" tezini bir kez daha tekrarlıyor ve ("metafor", "trajik ikilem", "ritüelistik", "ironik" gibi iddialı sözcükleri, yemeğe baharat serper gibi yazısına rasgele serperek) o uydurma teze akademik bir çehre kazandırmaya çalışıyor:
Çığ tehlikesinin bir metafora dönüştürüldüğü oyunda, “Üç Maymun”a dönmüş bir toplumun, bu tehlike karşısındaki suskunluğu, teslimiyeti anlatılıyor. Bilinmez bir zamanda, bilinmez bir uzamda, geçmişi ve geleceği olmayan suskun bir toplumun trajik ikilemi sergileniyor. Çığ tehlikesi karşısında, artık kanıksanmış ve töresel bir nitelik kazanmış bu suskunluk, yine aynı toplumun içinden çıkan başkaldırıyla, ritüelistik bir sevince dönüşüyor oyunda. Sevinç de, dönüşümü imleyen bir muştuya.
Çığ simgesel anlatımıyla, gizemli ve büyüsel atmosferiyle, zengin bir boyutta gelişirken, baskı-tehlike ve korku-suskun toplum ilişkisiyle ironik bir anlam da kazanıyor.
(Nurhan Tekerek, "Çığ" Düşmeye Devam Ediyor... mevsimsiz.com.)
Nurhan Tekerek "ironi" konusuna değinmişken, Yaşlı Adam ile Yaşlı Kadın arasındaki "kuş muhabbetini" de aktarmak, okurlar için, oyunun ironi ya da mizah düzeyini kavramak bakımından, sanırım, aydınlatıcı olacak:
YAŞLI ADAM: (...) Artık ne yemek, ne içmek hiçbir şey tat vermiyor bana... Tüfekleri patlatmak bile... Kuşun ötmez, dişin kesmez! Hayat mı bu be!
YAŞLI KADIN (Kendi kendine) Dişin hep kesti!.. Kuşunsa hiç susmadı! Yaşadıklarına say! (Kocasına) Hadi deli deli konuşma da ye!
KADIN (İyice sessiz) Bıktırdılar!...
YAŞLI ADAM: Arkadaş! Yaşıyorsan eğer kuşun ötmeli, dişin kesmeli! Ben anca o zaman, yaşıyor derim adama...
YAŞLI KADIN: Kuşunun öttüğü günleri de gördük! Elalem sürdü sefasını... Var mıydı bize bir faydası?
YAŞLI ADAM: Değerini bilmezsen elbette olmaz faydası.
YAŞLI KADIN: Günde üç öğün kuş öttürmeye kalkarsan ne değer kalır ne heves! Her gün bal yesen baldan bıkılır.
YAŞLI ADAM: O zaman da senin öttüremediğini başkaları öttürür. Suçu biraz da kendinde ara!
YAŞLI KADIN: İyice diline vurdu!... Kuşunun ötmediği günleri de gösterdi ya yüce rabbim, artık gam yemem! (...)
("Çığ", sayfa 27-28)
Yukarıdaki "ironik" satırların yazarı, ülkesindeki tiyatroların "popüler kültüre" teslim olmasından, ciddi ve kalıcı eserlerin kabul görmeyişinden büyük rahatsızlık duyduğunu açıklıyor. Kendisi bu ülkenin en çok kollanan, en çok sahnelenen yazarı olduğu halde, sayın Cücenoğlu, yeterince kabul görmediği için, yani oyunları daha da çok sahnelenmediği için, ülkesine şöyle sitem ediyor:
"Yazdıklarımın başka ülkelerde de ilgi görmesi, benim için gurur verici bir olay. Oyunlarım, Çin’e bile girdi. Ama maalesef Türkiye’de bunların hiçbir önemi yok. Halbuki bir ülke tanıtımında bundan daha önemli bir şey olabilir mi? Bunlar, bana çok kötü duygular yaşatıyor. Ben kendi ülkemde de oyunları çok oynanan bir yazarım. Ama bizde maalesef popüler kültür, gerçekten kalıcı yazarları hemen kabul etmek istemiyor. Bizim derdimiz var, anlatacağımız şeyler var. Onlar da hoş karşılanmıyor. Daha popüler şeyler isteniyor. Bu, beni gerçekten çok üzüyor. (...) Rusya gibi Çehovlar, Dostoyevskiler çıkaran bir ülkede size ‘Türkiye’nin Çehov’u’ deniyor. Ama kendi ülkemde bunların farkında olmayan insanların varlığı üzücü.”
(Dünyaya açılan ve oyunları çeşitli ülkelerde sahnelenen Tuncer Cücenoğlu, ülkesine kırgın: Popüler şeyler isteniyor Milli Gazete.)
"Ülkesine kırgın" olan Cücenoğlu, oyunları daha da çok oynanabilsin diye, "Devlet Tiyatroları Genel Repertuarının Önümüzdeki Dönemde Daha Zengin Olabilmesi İçin Öneriler" başlıklı bir yazı kaleme alıyor. Başta Kemal Başar'ın sitesi olmak üzere bir çok sitede yayınlanan bu yazıda, sayın Cücenoğlu, oyunlarının adlarını, temalarını ve hangilerinin hangi sahnelerde oynandığını belirten uzun bir liste hazırlayıp, sayıları Çehov'unkilerden bir hayli kabarık olan oyunlarını kolayca seçilebilir hale getirmeyi ve böylelikle, "düzeyli oyun bulmakta zorlanan yöneticilerimiz"e yardımcı olabilmeyi amaçladığını söylüyor. Cücenoğlu, bu önerileri gerçekten DT repertuarı zenginleşsin diye mi, yoksa güney sahillerinde yeni bir dubleks villa alabilmek için mi yapıyor, bilemeyiz.
Ama bildiğimiz bir şey var: Cücenoğlu desteklenmiyor değil, destekleniyor. Herkes onu yazıyor, herkes onu övüyor. Gelgelelim, belli ki, övgüler doyurucu olmuyor. İnandırıcı olmuyor. Örneğin, Tuncer Cücenoğlu'nun tiyatrom.com'daki bir yazısında ("Bu dünyadan...") "sevgili dostum" dediği, daha kıdemli bir başka eleştirmen, Tanju Cılızoğlu, Cücenoğlu ile aralarındaki dostluğun hatırına, seyrettiği "Çığ"a övgüde sınır tanımıyor. Ama övgülerini somut kanıtlarla desteklemek gibi nafile bir çabaya, doğal olarak, diğerleri gibi, sayın Cılızoğlu da girmiyor:
Altmış yıldır tiyatro seyrediyorum
.Ömrüm hep tiyatroya yakın durdu.
On yıl tiyatro dergisi çıkardım. Yönettim.
Birisi tiyatro eleştirmeni, birisi oyuncu iki evlilik sürdürdüm.
Ve sayısız oyun seyrettim. Üç kere beş kere, on kere seyrettiğim oyunlar oldu.
Oyuncuların repliklerini ezberlediğim oldu.
... Ve Bursa Devlet Tiyatrosu Ahmet Vefik Paşa Sahnesi’nde oynayan ÇIĞ geldi, bütün seyrettiklerimin önüne geçip beğenimin vitrininde yerini aldı.
Eğer tiyatro seviyorsanız, yaşamınızda tiyatro varsa “ÇIĞ”ı görmezseniz yazık edersiniz.
(Tanju Cılızoğlu, "Çığ". Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, tgc.org.tr)
Oyunun yönetmeni Ayşe Emel Mesci, Bursa Devlet Tiyatrosu’nda oynanan “Çığ“ hakkında, “Çığ Korkusu ve Suskun Toplum" başlıklı bir broşür yazısı yazmış. O da Cücenoğlu'nu desteklemeye çabalıyor. Ama Cücenoğlu'nu inandırıcı biçimde desteklemek mümkün mü? Oyundaki durumun abukluğuyla ilgili zihnine hiçbir soru takılmadığı halde, masaldaki kralın bir çocuk tarafından bile görülebilen çıplaklığını göremediği halde; sayın Mesci "kafasında büyüyen" sorulardan söz edebiliyor. Aşağıdaki satırlar sizde bir samimiyet izlenimi yaratabiliyor mu?
Tuncer Cücenoğlu’nun "Çığ" adlı oyununu okurken kafamda ardı ardına birçok soru büyüyor, deyim yerindeyse sorular eklemlene eklemlene bilincimde çığ oluyor. Oyunun gerçek bir olaydan hareket eden çok sade ve metaforik bir yapısı var. Mekan bir dağ köyü. İnsanlar kış aylarını hiç gürültü etmeden, sesten yalıtılmış bir ortamda geçirmek zorunda, çünkü bir tüfek patlaması, bir nara veya yeni doğmuş bir bebek çığlığı kendilerini kuşatan dağların tepelerine çığ olarak dönebilir. Bu tehlikenin yarattığı korku köydeki tüm yaşama, insanların derilerinin gözeneklerine dek sinmiş...
(Ayşe Emel MESÇİ, “Çığ Korkusu ve Suskun Toplum" , Bursa Devlet Tiyatrosu Oyun Broşürü, Eylül 2003, s: 3. Nurhan Tekerek, yukarıda adı geçen yazısında alıntılamış.)
İyi oyunların ortaya çıkarılması ve başka dillere çevrilip sahnelenmesi amacıyla kurulmuş ve Avrupa Birliği'nin parasal desteğine sahip bir tiyatro örgütüne, DT'nin dış ilişkiler sorumlusu olarak, Türkiye'yi temsilen katılmış olan DT memuru Kemal Başar da, Cücenoğlu'nu destekliyor. Sayın Başar, AB'nin fonladığı örgüte üç Türk oyunu öneriyor (ama diğer ikisi "Çığ"dan bile beter olmalı ki) desteklenmek üzere seçilen oyunlar arasına, Türkiye'den, Kemal Başar'ın lanse ettiği "Çığ" dahil ediliyor:
Fence, (...) Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden 30 yazar, dramaturg ve yönetmenin üyesi oldukları bir tiyatro örgütü. Ortak dili İngilizce. Fence’in bir yılı aşkındır yürüttüğü "Janus project" adlı projesine Avrupa Topluluğu Kültür 2000 programı mali destek veriyor. Ayda bir, iki ayda bir Avrupa’nın çeşitli kentlerinde toplanıyoruz. Tampere’deydik bir süre önce, bu son toplantımız ise Amsterdam’daydı. Sonrakiler Graz, Leeds ve Sibiu’da. Bir toplantıyı da önümüzdeki Eylül Ekim gibi de Devlet Tiyatroları’nın davetlisi olarak Türkiye’de yapmayı planlıyoruz. Proje kapsamında, üyelerin önerdikleri üçer eser arasından bugüne dek doğru dürüst gün ışığına çıkmamış 15 tiyatro eseri seçilerek Avrupa’nın yeni oyunları başlığı altında dört dile çevrilecek ve Avrupa’nın belli başlı tiyatrolarına repertuara alınması, oynanması için verilecek. Bazı prodüksiyonlara destek de olunacak. Geldiğimiz noktada, eleye eleye 20 eser kaldı. Bunların arasında Tuncer Cücenoğlu’nun "Çığ"ı da var. Hemen şunu belirteyim; kimse kendi ülkesinin oyununa oy veremiyor. Yani olabildiğince adil bir eleme yapmaya çalışıyoruz.
(Kemal Başar, "Hollanda ve Romanya İzlenimleri", Birgün, 21 Aralık 2005)
Peki ama, sayın Başar, o adil eleme sırasında hiçbiriniz şu basit soruyu ortaya atmadınız mı: Yaşlı Kadın, Genç Erkek'e, 50 yıl önceki bir hikayeyi, erken doğum yapacağı anlaşılınca tabuta konup mezara gömülen kadının hikayesini anlatıyor. Genç Erkek de hikayeyi, sorular sorarak, ilgi ve merakla izliyor. 50 yıldır bir benzeri yaşanmadığı söylenen o hikaye, vahşi ve korkunç niteliğiyle köyün bilinçaltına işlemiş olmak zorunda, değil mi? O hikaye, köyün en meşhur hikayesi olmak zorunda, değil mi? Köyde o hikayeyi beş yaşındaki çocukların bile biliyor olması gerekli, değil mi? Genç Erkek'in kazık kadar adam olduğu halde o hikayeyi bilmiyor ve ancak baba olacağı gün tesadüfen öğreniyor olması, abukluk değil mi? Dramatik tekniği böylesine yetersiz "çalakalem" bir yazarın, sırf "uyumlu ve esnek" tutumu yüzünden yurt içinde kollanıp kayırıldığı ve zengin edildiği yetmiyormuş gibi bir de dışarıya pazarlanması, imkânları israf etmek değil mi? Sizin AB fonlarıyla desteklenmiş toplantılarınıza bu soruları sorabilecek kapasitede bir tek insanın katılmamış olması yüzünden, senin lanse ettiğin "Çığ"ın, daha iyi bir başka metnin aleyhine olarak seçilip yabancı dillere çevrilmesi, yabancı diyarlarda bu ülkeyi küçük düşürmesi, bu ülkeye ve insanlık kültürüne ihanet değil mi? O toplantılara senden iyilerin gönderilmesi gerekli değil mi?
Görüldüğü üzere, sevgili okurlar, "Çığ"ı lanse etmek tam anlamıyla sanatsal bir cehalettir. Hele bir edebi kurul üyesinin ya da bir dramaturgun "Çığ"ı onaylaması, dramaturji açısından yüz kızartıcı bir suçtur. O nedenle, örneğin, Mine Acar'ın devlet tiyatrosu genel müdürü olmasına karşı çıkılacaksa, sayın Acar bir dramaturg olduğu için değil, "Çığ" gibi oyunları onaylayan bir dramaturg olduğu için, karşı çıkılmalıdır. Yüz kızartıcı bir suç işlediği için, tiyatro sanatına ihanet ettiği, DT'yi yıprattığı için karşı çıkılmalıdır. (Sayın Acar, o dönemde "Çığ"a onay veren bütün Edebi Kurul üyeleriyle —ki aralarında, daha sonra istifa ettirilen Özdemir Nutku ve Tuncer Cücenoğlu da vardı— birlikte kurumdan ihraç edilmelidir.) Ama hiç kimse Mine Acar'ın genel müdürlüğüne bu zeminde karşı çıkamıyor. Çünkü somut kanıtların çıplak ışığının tek ölçüt sayılacağı aydınlık bir zemine gelindiğinde, hiç kimse, masum ve temiz görüneceğine güvenemiyor. Herkesin saklayacak şeyleri, saklanma nedenleri var. O nedenle hiç kimse, aydınlık zeminde tartışmaya, tartışmayı somut kanıtlara dayandırmaya yanaşmıyor. Tartışmaların hamaset ve ağız dalaşı biçiminde yapılması, (Örneğin, kendince somut kanıtlar ortaya koyarak "sanatın ve sanatçının gelişmesi için DT kapatılmalıdır" sonucuna varan Prof. Dr. Atilla Yayla'ya, kendilerini "Bir Grup Adana Devlet Tiyatrosu Sanatçısı" diye adlandıran birilerinin, "Atilla Yaylan Bakalım" başlıklı cevabını hatırlayınız.) herkesin suçunu ve meselenin özünü kamufle ettiği için, herkesin işine geliyor. Tiyatroda muhalefet, tartışma ve içtenlik varmış gibi, vicdanlı insanlar da varmış gibi bir "havanın" yaratılması, herkese yetiyor. Bakın, "yüzü hiç kızarmadan" bir sürü sitede "Çığ"ı yüceltmiş olan OYÇED kurucu üyesi, Doç. Dr. Nurhan Tekerek, neler söylüyor:
Şimdiye dek ülkemizde -hele son dönemde- tiyatronun başına pek çok olumsuz işler geldi ve geliyor da maalesef! Bu olumsuz yönelişlerde yönetenlerin payı olduğu kadar bizlerin de sorumluluğu yok mu acaba? Şapkalarımızı önümüze koyup gerçek bir tiyatrocu, sanatçı ve insan gibi düşünelim. İşimizin gerektirdiği sorumlulukları yeterince yerine getirebiliyor muyuz? Eğer getirdiğimizi düşünüyorsak;
Pek çok olumsuz yönelişe ek olarak;
Neden İzmit Belediye Şehir Tiyatrosu’nda bu kadar sorun yaşandı?… Sonrası ne oldu?
Neden Denizli Belediyesi ülkenin tek amatör tiyatro festivali olan Uluslararası Amatör Tiyatrolar Festivali’ni durdurdu?...
Neden Devlet Tiyatroları’nda çalışanlarına hiç sorulmadan yönetim değişikliği oldu?
Neden tiyatrom.com sitesini kararttı?
Neden Belediye, yılların İstanbul Şehir Tiyatroları’nın katma bütçeden artık faydalanamayacağı kararını aldı?
Neden ülkenin tek tiyatro dergisi olan Tiyatro Tiyatro Dergisi sıklıkla ekonomik dar boğaza girmekte?
Neden, o tiyatronun olmazsa olmaz temel öğesi olan seyirci çok kanallı televizyonlarımızdaki dizi filmlerin etkisiyle, salt “sanatçı(!)” izlemeye giden ve kendisi için ve kendi vergileriyle oynanan oyunun farkında dahi olamayan, eski Yeşilçam filmlerinin de gerisine düşen bir seyirci yığınına dönüştü?
Neden özel tiyatroların sayıları bu kadar azaldı?
Neden tiyatro okullarından mezun olanlar seksen milyonluk Türkiye’de istihdam sorunu yaşıyor? Ya da piyasa koşullarının acımasız dişlileri arasında tiyatrocu kimliğini yitirerek un ufak oluyor?
Neden?...Neden?...Neden?... Bizler bu kadar dirayetsiz miyiz? Bu kadar çok sorunun yanıtını kendimize verebiliyor muyuz? Nerede kaldı tiyatro insanı olarak incelmiş duygularımız ve o pek kolay incinesi duyarlığımız?
Daha pek çok soru sıralanabilir.
Ancak öncelikle -pek çok insana ilkel de gelse-, şu soruyu sormamız gerekmez mi kendimize içtenlikle?
“Neden Tiyatro Yapıyoruz?...”
Bu sorunun yanıtını yüzümüz kızarmadan ve gönül rahatlığıyla verebiliyorsak mesele yok demektir. Bir hocamız söylemişti öğrencilik zamanlarımızda yanlış anımsamıyorsam; “Tiyatro Vicdanların Sorgulandığı Yerdir” diye…
Tiyatro sanatıyla uğraşan insanlar olarak önce kendi vicdanlarımızı sorgulamamız gerekmez mi? Üstelik bunu yapmak için bir sahneye de gerek yok!...
(Nurhan Tekerek, "Bu Çığlığa Ses Vermek Ama Nasıl?")
Nurhan Tekerek, (benim hep "ikiyüzlülük" diye nitelediğim) bir tür nezaket kuralına uyarak, "biz" zamirini kullanmasına rağmen, yukarıdaki soruları sorarken, aslında kendini, kendi tutumunu ve kendi vicdanını sorgulamayı hiç düşünmüyor. "Vicdan sorgulamasının" ve "içtenliğin" yalnızca başkalarına (Tekerek'e inanacak enayilere) tavsiye edilmesi gereken bir şey olduğunu düşünüyor. Kendisi enayi değil. İçtenlik krizlerine ("Samimiyet Buhranlarına")kapılacak kadar toy değil. Tekerek, "Nerede kaldı tiyatro insanı olarak incelmiş duygularımız ve o pek kolay incinesi duyarlığımız?" diye sorarken o duygu ve duyarlıkların yalnızca başkalarında (idealist enayilerde) bulunmasını istiyor. Kendisi ise, gemisini yürütebilen gerçekçi bir insan ve Kültür mafyasının ciddi bir üyesi olarak, duygu, duyarlık, bilimsel haysiyet gibi kuruntulara kapılmadan, profesyonel bir soğukkanlılıkla, gözlerini kapıyor, "vazifesini" yapıyor. Bilimsel haysiyet gibi kuruntulara kapılsa, içten olmaya kalksa, vicdanını ve gözlerini açsa, "Çığ" gibi bir abukluğu onaylaması mümkün olabilir mi? Hayır, Tekerek, "içtenlik", "incelmiş duygular", "kırılgan duyarlıklar", "vicdan sorgulaması" gibi kavramları, sadece başkalarına verilecek "talkınlar" olarak, "laf" olarak algılıyor. Tiyatro insanlarının "piyasa koşullarının acımasız dişlileri arasında tiyatrocu kimliğini yitirerek un ufak" olduklarını söylerken, herhalde içinden kıs kıs gülüyor. Özdemir Nutku'nun başkanlığını kabul eden tüm OYÇED üyeleri, "içtenlik", "incelmiş duygular", "kırılgan duyarlıklar", "vicdan sorgulaması" gibi kavramları Tekerek'in algıladığı gibi algılıyorlar. O nedenle, "samimiyet buhranı"na kapılmıyor, düştükleri iğrenç duruma rağmen vicdan sorgulaması gibi uygar (sivil) geleneklerle ilgilenmiyorlar. Onlar yalnızca Avrupa Birliği'nin "sivil" toplum kuruluşları ve derneklere ayırdığı parasal fonlarla ilgileniyorlar. Tiyatro sanatına ise, (hayatı boyunca müritlerine vaazlar verip plajlardaki çıplak kadınlara bakmanın haram olduğunu anlatan, ama bugünlerde yurt dışında jet ski yaparken görüntülenmiş olan) Cüppeli Ahmet Hoca'nın kendi cüppesine inandığından daha fazla inanmıyorlar. Coşkun Büktel'in yazıları konusunda ise, "neyse ki çok fazla kişi okumuyor" diyerek gönüllerini ferah tutuyor, —körlüğüne, sağırlığına ve hafızasızlığına güvendikleri— kamuoyundan özür dileyip de vicdanlarını aklamaya hiç gerek duymuyorlar.
Sıra kamuoyuna demeç vermeye gelince de, haklarında Büktel'in o somut kanıtlara dayanan suçlamaları hiç yokmuş gibi, Büktel'in yazıları hiç yazılmamış gibi, insanlardan hiç utanmadan, hiç yüzleri kızarmadan, profesyonel bir soğukkanlılıkla, (çok çiğnenen sakızlar gibi özünü kaybettirdikleri, klişe haline getirdikleri) şu türden lakırdıları sıralayarak görünüşü kurtarmaya çalışıyorlar: Tiyatro insanları eğitir, kentli olmasını, medenileşmesini, hayata daha geniş bir pencereden bakmasını, insanı ve hayatı anlamak konusunda daha donanımlı, kültürlü ve bilinçli olmasını, İsrail'in bombaladığı Filistinli çocukların yanında yer almasını, Cumhuriyet değerlerini koruma ve kollamasını... cart curt!
Sizin gibiler tarafından yapılan tiyatronun, (bırakın seyirciye, Cumhuriyet'e, Filistinli çocuklara filan yararlı olmasını) size, yani "kendinize" bile bir hayrı olmamış. Sizin bunca yıl yaptığınız tiyatronun, ne denli zekâdan ve ahlaktan uzak bir samimiyetsizlik olduğu, bizzat sizin zekânıza, kültürünüze ve karakterinize herhangi bir yarar sağlamamış olmasıyla sabittir. Sizin devlet desteğiyle yaptığınız tiyatronun sizin bütçenizden başka hiçbir şeye yararı yok. Sizin lanse ettiğiniz o "Çığ" denen garabetin de aslında Türkiye'nin imajından başka hiçbir şeyi sarstığı yok. O nedenle, devletin sizin gibiler tarafından yapılan tiyatroyu halkın vergileriyle desteklemesi gerektiği ve bunun bir uygarlık göstergesi olacağı ne zaman iddia edilse, uygarlığın, ormanda bir çapulcu sürüsüne rastlayan bakire bir genç kız misali, ağır bir tecavüze uğradığını hissediyorum. Devlet sizi niye destekleyecek? Siz "Çığ"ları destekleyesiniz ve bu ülkeyi küçük düşüresiniz, diye mi? Devletin halktan aldığı vergilerle "Çığ"ı ve "Çığ"ı destekleyenleri desteklemesi, halkın içme suyuna kanalizasyon akıtması kadar vahim bir yanlış. Bence sizin gibiler tarafından yapılan tiyatronun desteklenmesi, sanatın desteklenmesi anlamına gelmiyor; tam tersine, halkın sömürülmesi/zehirlenmesi anlamına geliyor. Halka ihanet anlamına geliyor.
Coşkun Büktel / Ekim 2006
BONUS:
"Oyunumun dramaturgi çalışmasında değerli katkılarını esirgemeyen yönetmen dostum Cüneyt Çalışkur'a özellikle teşekkür ediyorum."
Tuncer Cücenoğlu
("Çığ"ın kitabına yazdığı önsözden.)
Ben yazar olarak her oyunumu bu ülke tiyatrosu için çaba gösteren bir tiyatro adamına ithaf etmeyi bir görev bildim kendim için… Ama Müjdat için biraz beklemem gerektiğinin bilinciyle… Çünkü ona öyle bir oyunumu adamalıydım ki oyun da Müjdat da değerini bulmalıydı… Nitekim Çığ oyunumu yazıp bitirdiğimde “İşte bu oyunumu Müjdat Gezen’e vermeliyim” dedim ve Çığ’ı ona ithaf ettim… Her yazdığım yeni oyun gibi Çığ’ı da Müjdat’a gönderdiğimde her zaman olduğu gibi oyunu hızla okuyup gözleri dolu dolu beni kutlamasını ve “Bu oyun bütün dünyada sahnelenecektir” demesini asla unutamam… Nitekim Çığ başka ülkelerde başarı kazandıkça onu arayıp bilgi vermem ise neredeyse kaçınılmaz bir görev oldu benim için…
Tuncer Cücenoğlu
("Müjdat Gezen" adlı yazısından.)
"Gerçekten de olağanüstü bir yerdi...
17 Km uzunluğunda doğal ve bozulmamış bir sahil...
Önerilen dubleks evin bulunduğu Akdeniz Evleri, 190 konuttan oluşuyor...
Fiyat da uygundu...
En önemli özelliklerinden biri de Göçek, Köyceğiz, Dalyan gibi yerlere arabayla yalnızca yarım saatte ulaşabilme şansına sahip oluşunuz.
Duraksamadan aldım...
Ve her yaz Temmuz ve Ağustos aylarını burada geçirmeye başladım..."
Tuncer Cücenoğlu
(Bir internet yazısından ; 25 Eylül 2006.)
(GÜNCELLEME 3 Ekim 2007: Yukarıda verdiğimiz Bir internet yazısından başlıklı link artık çalışmıyor. Kontrol ettik: Cücenoğlu ya utandığı için, ya da Büktel'i yalancı durumuna düşürmek için, söz konusu -uzun isimli- internet yazısını, yayından çıkarmış. Ama bu alıntı, bugün -3 Ekim 2007- itibariyle bir yıldır buradaydı ve yüzlerce okurumuz, verdiğimiz linkteki Cücenoğlu yazısını gördü/okudu. Cücenoğlu, yukarıdaki satırlarından utandığı için onları internetten çıkarmış olabilir ama o satırları yazmış olduğunu inkâr edemez/etmemiştir. Bakınız: "Cücenoğlu Nihayet Utandı".)
"Cücenoğlu'nun 'Çığ'ı çok sevdiğim bir oyunu olduğundan..."
Erhan Gökgücü Oyun yazarı, DT eski baş rejisörü.
(Kemal Başar'a karşı yazdığı bir polemik yazısından.)
Tuncer Cücenoğlu'nun Çığ adlı oyununda gerçekçi akımın bariz izleri görülebilir.
(Hasan Erkek, tiyatro akademisyeni, OYÇED kurucu üyesi
Bakınız: Erkek, "Türkiye'de Çağdaş Oyun Yazarlığının Kaynakları", Oyun dergisi, sayı 4, Eylül Ekim, 2007. Sayfa 65.)
"Ben yalnızca maddi sefalete dayanıklıyım ve bununla övünüyorum. Onlar ise yalnızca manevi sefalete dayanıklılar ama bununla övünemezler."
Coşkun Büktel
("Yönetmen Tiyatrosu'na Karşı" Kaknüs Yayınları, 2001, sayfa, 137.).
Not: Bu yazımızdan sonra neler olduğunu merak ediyorsanız, yazımızın bir tür devamı olan "Tuncer Cücenoğlu, 'Çığ'ın Ayıbını Müjdat Gezen'e de Bulaştırdı" başlıklı yazımızı tıklayınız!
Not 2: "Çığ" yazımızdan bir yıl kadar sonra (12 Kasım 2007'de) bu yazı yüzünden Tuncer Cücenoğlu ile Hilmi Bulunmaz arasında yaşanan ağız dalaşı hakkında fikir edinmek ve Cücenoğlu'nun Büktel'e yönelik (mahkemeye vermeyi de içeren) tehditlerini öğrenmek için, şu başlığı tıklayınız:
Hilmi Bulunmaz, "Dün akşam Mitos-Boyut'u aradığımda, başıma acayip bir şey geldi!"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder